"Kocamın adam olduğunu sanmıştım ama o sadece erkekmiş." dedi, elindeki beyaz mendillin kenarıyla gözlerini sildi ve başını kaldırmadan devam etti. "N'oldu bize böyle Tamer bey? Koca aşklarla başlayan evliliklerin çoğu neden yanılgılarla bitiyor?.. Biliyor musunuz, ben başta kocama deliler gibi aşıktım....O da bana...Ta ki evlenme kararı alana kadar. Sonra..."
Sustu, devam edemedi.
"Sonra" dedim "Evlenme kararınızı ailelerinizle paylaştınız, onların rızasını aldınız. Ardından, tanışma, söz, nişan, nikah derken, iki kişilik mutluluk, kalabalık bir üzüntüye döndü. İki tarafın da aile büyükleri, akrabaları belki hatta konu komşusu bile ilişkinize müdahale etmeye başladı. Nerede kiminle oturulacak? Ne zaman düğün yapılacak? Kimler davet edilecek? Mobilyaları kim nereden alacak? Balayına gidilecek mi? Gidilecekse, ne zaman dönülecek? Ev nasıl kurulacak? Eşyalar nereye koyulacak? Eşe nasıl davranılacak? Bazen siz birilerinin etkisinde kaldınız, bazen de eşiniz. Onca stresin ve baskının altından kalkamayacın da, dönüp birbirinize patlamaya başladınız. İnsanlara diyemediklerinizi, dönüp birbirinize haykırdınız ve ne yazık ki, her defasında faturayı yanlış insana yani birbirinize kestiniz. En sonunda evliliğin bir kaosa döndü, her ağızdan başka bir ses çıkmaya başladı ve siz ne yapacağınızı bilemeden, affallayıp kaldınız değil mi?"
Başını kaldırıp şaşkınlıkla gözlerime baktı.
"Ama...Ama siz bunların hepsini nereden biliyorsunuz?"
Gülümsedim.
"Çünkü bu sadece sizin başınıza gelen bir durum değil Ayla hanımcım. Özellikle, erken yaşta evlenen, maddi ve manevi bağımsızlıkları olmayan çiftler, masalın sonunda adına el alem denilen o yedi başlı canavara yenik düşüyor." dedim.
"Lütfen derin bir nefes alın ve geçmişe, aşkınızın yeşermeye başladığı o günlere geri gidin. İlk günler, ilk aylar ilişkiniz sadece iki kişilikti. Eşiniz ve siz. Ah evet, unutmayalım, bir de aşk! Eşiniz, siz ve aşk...O ilk kaçamak buluşmalar, sabahlara kadar telefonlarda sohbetler, ilk öpüşme, ilk sevişme, ilk tatil...Akınızda ve kalbinizde hep aşık olduğunuz o insan ve onunla geçecek bir ömrün muhteşem hayali. Sanırım, insan işte tam da burada yanılmaya başlıyor. Çünkü aşk tamamen gerçeklerin dışında bir ruh hali. Aşk dediğimiz, iki kişilk bir illüzyondan başka bir şey değil. Ne zaman ki, aynı çatı altında kavuşmalar başlıyor ve birileri ilişkiye dahil oluyor ve bitmek bilmeyen faturalar, krediler, taksitler ve ev kirasını ödeme günleri kapıyı çalıyor, işte o dakikada, o illüzyon, büyü bozuluyor. Altı dostlukla, sevgiyle, saygıyla doldurulmamış ve bağımsızlığını ilan etmemiş her aşk o andan itibaren can çekişmeye başlıyor."
Karşımda oturan kadın, içini kemiren ne varsa, bir kenara bırakmış, can kulağıyla beni dinliyordu.
"Aslında Ayla hanım, aslında siz sadece eşinize değil, kendinize de öfkelisiniz. Çünkü siz de tam anlamıyla aşkınıza, ilişkinize sahip çıkamadınız, kalenizi koruyamadınız. Bence yanılıyorsunuz. Eşiniz halen o eskiden aşık olduğunuz, sevdiğiniz adam ama sizlere yaşatılan o el alem kaynaklı huzursuzluk ve huzursuzluğa karşı kendinizi çaresiz hissetmeniz eşinize olan bağlılığınızın ve sevginizin önüne duvar örüyor. Duvarın bir yanında o, diğer yanında siz. Ve unutmayın lütfen, duvarın bu yanında durduğunuz sürece, siz de onun o aşık olduğu kadın değilsiniz!
Bizim oralarda bir söz vardır. Derler ki, el atına binen, tez iner. İçinde bulunduğunuz durum da bu hesap. Elin, el alemin aklıyla çıkılan yol, sizin gitmek istediğiniz yere değil, başkalarının sürdüğü yere gider. At sizin değil ve dizginler çevrenizdeki insanların ellerinde...Zor zamanlarda, dara düşülen günlerde, birbirinize sarılmak, birbirinizi sahiplenmek ve korumak varken, birçok çift gibi, siz de ilişkinizi ailelerinize, akrabalarınıza, konu komşuya kurban ettiniz. Belki de, sırf onlara ayıp olmasın diye. Sırf onlar üzülmesinler, yanlış anlamasınlar ve yalnız bırakmasınlar diye ama ille de birilerinin üzülmesi gerekliyse, neden üzülen siz olasınız. Varsa atınız, ne alâ ama yoksa neden el alemin atına binmek zorundasınız? Ayaklarınız var, umutlarınız ve hayalleriniz var, yürüyün, yürüyelim ve kimseye hesap vermeden, istediğimiz yerlere gidelim."
Gözleri doldu.
Çantasından önce cüzdanını, sonra dacüzdanın içinden eşinin fotoğrafını çıkardı. Uzun uzun fotoğrafa baktı. "Biz çok küçük yaşta evlendik. Doğru diyorsunuz, söz hakkımız yoktu. Hele de evlendikten sonra, hayatımız iyice cehenneme döndü. Ailelerimiz sürekli gelip gidiyor, hayatımıza müdahale ediyor hatta ne zaman çocuk yapmamız gerektiğini bile onlar bize söylüyordu. İnanır mısınız, biz sadece ebeveynlerimiz mutlu olsunlar, biran önce torun sevsinler diye erkenden çocuk sahibi olduk. Bize kalsa beklerdik, önce birbirimize doyardık, eş olmanın, sevgili olmanın, aynı evde yaşamanın tadını çıkartırdık ama olmadı, beceremedik. Çevremizdeki insanların gözünde biz hep iki şaşkın, beceriksiz, yardım ve destek olmadan bir işi yapamayacak iki çocuktuk ve bunun böyle olmadığını onlara anlatamadık. Hayır biz o düşündüğünüz gibi değiliz. Biz ikimiz her şeyi başarabiliriz. Biz bağımsız bir aileyiz ve böyle de kalmasını istiyoruz, diyemedik. "
Arkamdaki rafta duran kitaplardan bir tanesi aldım.
"Bakın Ayla hanım, geçenlerde bu kitapta bir hikâye okudum e çok da hoşuma gitti. İzninizle size de anlatayım... Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir kırkayak, sevdiğine kavuşmak için yollara düşmüş. Bu öyle uzun, zahmetli ve zor bir yolculukmuş ki, kırkayak yol boyunca birer ikişer ayaklarını kaybetmeye başlamış ve dağları taşları aşıp, yolun yarısına geldiğinde ayaklarının çoğunu kaybetmiş. O yine de yola devam etmiş. Bu sırada bir ağustos böceğine rastlamış. Ağustos böceği, toz toprak içinde, eksik ayaklarıyla, karşısında perpeişan duran kırkayağa bakıp gülmeye başlamış. 'Ya hu' demiş 'Görünüşe göre, sen bu yolu biterene kadar sen de ayak mayak kalmayacak. Değer mi hiç.?' diye sormuş. Kırkayak umutla yolun sonuna bakmış ve 'Ayaklarım beni sevdiğime kavuşturmayacaksa, beni ona götürmeyecekse, neden varlar? Sevginin yanında ayağın bacağın elin hesabı mı olur ağustos kardeş? Ayağın hesabının yapıldığı yerde aşk mı olur?' demiş ve inançla yola devam etmiş. İşte böyle...Yol uzun olsa da, yolda taşlar,, kayalar, yokuşlar, dağlar sıralansa da, sevgi uğruna, tek bir ayak kalana kadar yürümeli. Ayaklarımız, ellerimiz, duygularımız bizi sevdiğimize götürmeyeceklerse, neden varlar? Bu alıp verdiğimiz nefes neden var?"
Yerinden kalktı ve yanıma gelip, bana sıkı sıkı sarıldı. "Benim sevgilimi, eşimi, o aşık olduğum adamı çok özledim Tamer bey. Ona çıkmayacak yol, hiçbir yere çıkmasa da olur."
***
Avrupa’da evlilikler sadece iki kişi arasında yapılır ama bizdeyse çiftlerle birlikte aileler hatta cümle alem de birlikte evlenmiş olur!
Yani, kime ait bilmiyorum ama "Avrupa’da evlilik tangodur.
Bizdeyse halay." sözü tamamen gerçektir.
Erken yaşlarda evlenen çiftler, çok uzun bir dönem, bağımsızlıklarını ilan edemezler. Attıkları her adıma ve aldıkları her karara dışarıdan, çiftlerin anne/babalarından müdahale gelir.
En ufak bir itirazdaysa cevap hazırdır. “Vayy, büyüdünüz de, bizi büyük yerine koymuyorsunuz demek!"
Kırmamak, dökmemek, küstürmemek adına, evlikikleri süresince özgürleşemeyen ve aile büyükleri karşısında ezilen çiftler, zamanla çocuklarının gözünde de çaresiz ve zavallı ebeveynlere dönüşürler. Çocuklar, aile büyükleri tarafından itilip kakılan, her eylemlerine müdahale edilen ebeveynlerini bir süre sonra büyümelerine izin verilmeyen çocuklar olarak görmeye başlar.
Çocuk gibi azar işiten anne babalar bu halleriyle, git gide kendi çocuklarına benzer.
Oysa her aile kendi başına bir ülke olmalı. Kendi kuralları, kendi yasaları, sınırları ve özgürlükleri olan bir ülke. İşgal altında olan her çift, kayyum atanmış her aile u/mutsuzlaşır ve bu zincirin paslı halkaları nesilden nesile uzar gider.
Birileri alınabilir, küsebilir, gönül koyabilir ya da biz biz olmak istediğimiz için bize sırtını dönebilir. Olsun. Her şeye rağmen doğru bildiğimiz yoldan devam etmeliyiz.
Yoksa,bizi sevgiye ve sevdiğimize götürmeyen şu ayaklarımız başka ne işe yarar?!